
About Poetry
Şiirin benim için ne olduğunu anlatmadan önce, kısaca sanatın ne olduğunu konuşmak gerekir. Sanat, duyularla üretilen ya da yazılan, aklın tellerini gevşetip aralarından sızan her türlü çıktıya denilebilir. Niyet olabilir, olmayabilir; emek olabilir, olmayabilir; değer olabilir, olmayabilir; üretim bile olmayabilir. Sanat, gerçeklere takıntılı bir dünyada, gerçekleri de ürettiği unutulmuş bir yalan makinesidir. Sanatın her şey olabilmesi, gerçeği ve doğruyu aşabilmesi, her şeyin sanat olabileceği anlamına gelmez. Sanat için onlarca anlayışın yüzlerce tanımı vardır. Üzerinde anlaşılmış sabit ölçütler olmaması, sanatın merkezsizliğine ve devingenliğine delalet eder. Sanat, Apollon'dan kaçıp Dionysos'a sığınmaktır. Yalnız sanatı kriterlere dizerken de Apollon'dan kaçınmak lazımdır. Şiir, kullandığım şu mitolojik varlıklarla sanatı anlatan Nietzsche'ye göre, müzik kadar kudretli değildir. Ona göre, müzik aklın tellerini aşmakta çok daha mahirdir, çünkü notaların dilde bir karşılığı yoktur. Müzik yalnızca hissettirdikleri üzerinden analiz edilebilir ve ancak taklitle o hisler yeniden üretilebilir. Burada Nietzsche'nin öncelediği, dilin ve mantığın ulaşamadığı o biçimsiz ya da deri değiştiren hisler dünyasıdır. Kristalize olmamış ama en az bir kristal kadar keskin deneyimler ve duygular içeren, algımızın hükmünün dışında kalan bir dünya. Bu Lacancı bilinçdışı esintili, mantığın ve dilin (yani insanlığı standardize etmeye çalışan güçlerin) ulaşamadığı, hükmedemediği bölgede bir ışık kümesi hayal ediyorum ben. Buna “Nur” diyesim geliyor hatta; spiritüel yankılarından dolayı hem daha uygun hem de yanlış anlaşılmaya daha müsait. Bu Nur, dilin filtresinden, havalandırmadaki parmaklıklardan geçtiğinde dinamizmini, civa gibiliğini kaybediyor. Ve o filtreden geçmeden de başkasının mahzenini aydınlatamıyor, kavram haritalarının içine sızamıyor yani. Şiir de, neredeyse yalnızca dile dayalı olduğuna göre, bunu en zor başaracak sanat dalı gibi duruyor bu bağlamda. Burada şiirin büyüsü devreye giriyor zannımca. Şiir, sadece birtakım sözlerin belirli bir sırayla dizilip anlamı aktardığı bir nakliyat işlemi olmaktan uzak. Kaza yapan yüksek hızlı bir yük treninin tüm yüklerini etrafa saça saça şehrin yüzüne çarpması gibi, şiir de öyle olmalı. En azından bu büyü eksik olduğunda eserin şiirselliği sorgulanmalı. Şiirden herkes kendi anlamını çıkarabilir, “niyet yorumu bağlamaz” diyoruz ya. Basit bir dille herkes kendi anlamını çıkaramadığında, aslında zaten şiir olmaktan çok uzaklaşır bir eser. Mahzenin parmaklıklarını aşamaz Nur. Ahmet Haşim’in söylediği gibi, şiir birden fazla anlama açık olduğunda, okur da kendi anlamını bulabilir ve şiir, şairle okur arasında bir izlenim aracına dönüşür. Bu aşkınlığı sağlayacak olan şey yalnızca şiirin zıtlıklardan oluşup mantığı nakavt etmesi ya da belirsiz bir anlam hüzmesi gibi ele avuca sığmaması değildir. Şiir, dilin verimliliğinden, çelişkisizliğinden ve meşruluğundan vazgeçerek bir şeyler anlatmaya çalıştığı o hâlidir (aslında başka bir sürü şeyden). Uyak için anlam bozulur, yeni alakalar kurulur; ahenk için kelime yanlış yazılır, ritim için satır kırılır, virgül unutulur... Uyak, zikrin duyuya uyması; şiir bunu ötekinin duymasıdır. Yani bir nevi şiir, o parmaklıklardan geçebilmek için Nur’un “uçak geliyor” diyerek aklı kandırmasıdır. Bir an, bir boşluğunu yakalayıp hislerin mantık sınırlarını aştığı, bekçileri ele geçirdiği, kündeye getirip hissettirdiği anları oluşturmaya çalışır. Bir rüyadan uyandığınızda hatırınızdaki netlik, anlatmaya başladıkça yok olur ya. Ya da netlik dememeliyim; anlatınızdaki kesinlik ve keskinlik arttıkça, rüyanın hatırınızdaki hissiyatı azalır ya. Dilin bu hegemonik hükmedişinden kaynaklanır o işte. Bilinçdışını mantıklı anlamlar bütününe çevirmeye çalıştığınızda, hissiyatın çoğunu aslında ele vermiş ve tutuklatmış olursunuz. Şiir, benim için işte o rüyanın geçtiği evrene dokunmaya çalışmaktır. Benim Nur’um ile sizinki bambaşka olabilir. Ama sizi katakulliye getirip benden çıkan ışık, parmaklıklardan geçerek anlık da olsa o Nur’a ulaşabilir ya da mahzende o Nur’un aydınlatmayı akıl edemediği alanlara ışık tutup size ilkleri hissettirebilir. Ama sizin mahzeninizde nereleri aydınlatabilirim, bunu kestirmem, kavramam da mümkün değildir. Bitirmeden önce bir konuda daha net olmam gerekiyor. Bu yazdıklarımı, her şiirimin her anında uygulamakta olduğumu iddia etmiyorum. Şiir, sadece metotla yazılacak bir şey değildir. Çünkü şiir yazmak için o Nur’a ulaşmak, yani bir şeyleri bu kadar entelektüelleştirmemek de lazımdır. Belki de modern şairin en zorlandığı nokta bu ikiliktir. Ben, burada her zaman, Nazım Hikmet'in oğlu Mehmet’e yazdığı, hayli şirin ama bir o kadar da acımasız şiir eleştirilerine yasladım sırtımı. Yani şiirim, onu okuyup özümseyerek gelişti çocukluğumda. Hissetmediğin bir şeyi yazmaya çalışma, demişti ona. Biçim ve kabiliyet olarak yeterli gözükse de içtenlikten yoksun demişti oğlunun şiirlerine. Bu, benim mottom oldu o günden beri. Ne kadar beğenirsem beğeneyim, bir dize içimden bir izden gelip akabinde de yeni bir iz bırakmadığında, onu silmem gerekir. Hatta şiirlerim sürekli kısalır bu yüzden. Nur’uma dokunmadan Nur’unuza dokunamam, demek istiyorum. Burada tahayyülün gücünü küçümsediğimi de düşünmeyin. Olmayanın hayali, olanı olandan daha iyi anlatma potansiyeline sahiptir; çünkü her şeyden önce bir potansiyele sahiptir, bir yere sıkışmamıştır. Sanatın, bir yalan makinesi olup gerçeği üretmeye kadir tek şey olması gibi. Gerçek, gerçeği sadece yeniden üretebilir; sanat, yani yalan ise, her şeyin yanında yeni gerçeklikler de yaratır. Olmayanın tahayyülü, içtenliği süpürmek zorunda değildir ama. Nur zaten henüz aktüalize olmamış gerçeklerin aynı anda var olduğu o kümedir. Nur’uma dokunmadan da Nur’unuza dokunamam. Peki bütün bunlar benim şiir yazma mücadelemle nasıl bağlanıyor? Entelektüelleştirme-sezgi geriliminde yazıyorum şiirlerimi. Sanatı bir yalan makinesi olarak tanımlamama rağmen, sahici ve içten dizelerin peşindeki inadımdan vazgeçmiyorum. Kendimi, okyanusun rüzgârla kabaran tekil bir dalgası gibi görüyorum; özlem duyduğum kıyıya vuracağıma dair bir umutla. Bir gün karayı görmek üzere, her gün denize açılıyorum.